DEĞİŞMEZ HAKİKAT

DEĞİŞMEZ HAKİKAT

DEĞİŞMEZ HAKİKAT
Fiile dönüştürürseniz hak edilen, hak bilinen, hukuka özgü olan haliyle bir çok fiil türevi söylenebilir. Lakin en kuvvetli açıdan bakılınca 'Hak' ile başlar gerçek... Hem de tartışmasız ve her koşulda... Yani her şeyin sahibinin farkında olarak, sözün ve fiilin yaradanın himayesinde olması gerektiği gibi de düşünebiliriz. Ne çok doğru var etrafımızda öyle değil mi? Sunulan gerekçeleri süslü cümlelerle aktaran Hak ve hakikatin uzağında tüketilen sözlerden, ne çok perde var aralanan... Oysa hakikat; gün yüzüne alnı ak çıkabilen, hiç bir karanlığın engel olamadığı ışık... Gerçeğin ta kendisi, eğilip bükülmeyeni, deyim yerindeyse omurgalı olanı... Hak ile hakikati önce kavram olarak birbirinden ayırt etmek lazım gelir. Kişi bazen kendine biçtiği rolü zatına hak görür ama hakikatten nasibi yoktur. Hakkaniyetli davranan insanlar aranır etrafta. Oysa onların da adresleri açıktır, öyle yolların kaypak çıkılan noktalarını kullanmazlar. İstikametleri sabittir. Zamana ve koşullara göre şekillenmezler, inandıkları gerçeğin onları her koşuldan sakındığını bilirler. Hak ve adalet denildiğinde aklımıza hepimizin Hz. Ömer gelir. Bir de 'birbirinin eğri kılıcı' olmak adına anlatılan o meşhur kıssa. Hakikatini bildiğini sorgulamazsın. Emin olduğunu gönlünü rahatlatmak içinde olsa, daha fazla kalbinin korumasına alır, sorgulamaya tabi tutmazsın. Çünkü hakikat yoruma açık bir kavram değildir. Çünkü batıl olan bariz iken, hakikati sorgulamak yorar insanı. Kalbe giren güve gibi, kemirir aslolan duyguları. Hz. Ömer hutbede iken ashaptan biri 'Ya Ömer biz senin verdiğin hutbeyi dinlemeyiz. Zira sen bize göre daha yapılı birisin ve ganimet olarak dağıtılan kumaştan üzerinde bir elbise var. Oysa bize bu kadar pay verilmedi, devlet malının üzerine fazlasını almış, hak ihlal etmişsin' der. Hz. Ömer o an mescidde olan oğlu Abdullah'a işaret eder. Abdullah kendi hissesine düşen payı babasına vermiştir. Hakikati anlatır gerçek gün yüzüne çıkar, bunun üzerine hutbe kaldığı yerden devam eder. Tarihe bakınca hakikatin aynası isimler görürüm. Hani denir ya dışarda Fatih Sultan Mehmet Han varsa, içerde Akşemseddin. Osman Bey varsa, özünde Şeyh Edebali. Kanuni Sultan Süleyman varsa, yanında Ebusuud Efendi. Harun Reşit gölgesinde Behlül Dânâ. Mevlana ekseninde Tebrizli Şems... Şimdi aslında bir kavrama daha dokunmak lazım. Sadrazam... Ne güzel bir kelime aslında anlamını bilirsiniz. Sadr; kelime manası olarak kalp, gönül, yürek... Azam; azameti olan, geniş ve güçlü olan... Yani sadrazam; gönlü, öngörüsü, hoşgörüsü geniş olan anlamına geliyor. Hakikatle sadrazamın bağlantısına gelince hepimizin içinde hakikati dile getiren, bize kalkan olan, geniş gönlüyle yakınımızda duran bir güç var. Hakikatin adamı olmak pusulası yani kıblesi şaşmaz olmak için... Zamana göre değil, hakikate göre yaşamak için... Hepimiz kendi içimizde hakikatin tek olduğunu bilen, gönlü ve hoşgörüsü her şeyi perdeleyen, kendinden ödün veren ama hakikatten ödün vermeyen bir sadrazamın varlığını hissediyoruz. Çünkü yolu doğru olanın yükü ağır ve o günün değil hakikatin peşinde... Çünkü hakikat telaşsız, gürültüsüz, yalnız ve sakin... Onu bilen herkes zaten yanında. Taraftarı yok çünkü anlaşılır herkesin lügatında... Ne güzel demiş Mevlana; 'Günün adamı olmaya çalışma, Hakikatin adamı olmaya çalış. Çünkü gün değişir, Hakikat değişmez.' Hak ve hakikatle kalınız. Hayriye DURMUŞ